Arapça’daki ض ل ل (D-L-L) kökünün temel anlamı “yolunu kaybetmek, hedeften sapmak”tır. Bu kök, hem fizikî kaybolmayı hem de hakikatten uzaklaşmayı ifade eden geniş bir semantik alana sahiptir. Kur’ân’daki kullanımlarda da, bağlama göre bu “sapma” anlamı, “hakikate yönelmeyen şeyin varlık zeminini kaybedip yok olması” şeklinde derinleşir.
Fussilet 48. ayette geçen kullanım da bu bağlama oturur. İnsanların dünyada taptıkları, aşırı değer atfettikleri şeyler, Allah’ın hakikatini göremediklerinde “put” hâline gelir. Fakat mahşerde hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığında, bu sahte değerler gerçekliklerini sürdüremezler. Çünkü onlar zaten “hakikate isabet etmeyen”, hedefe varmayan değerlerdir. Bu yüzden orada “kaybolurlar.”
Bu kayboluş basit bir “yok olma” değil; hedefi ıskalamanın doğal sonucudur. İnsan dünyada bir şeye aşırı değer verir, onu Allah’ın yerine koyarsa, aslında hakikate değil kendi ürettiği bir misale yönelmiş olur. Misal âleminde bu şeyler bir form kazansa bile, o form hakikate ne kadar uygunsa ancak o kadar süreklilik taşır. Hakikatten ne kadar uzaksa, mahşerin çıplak ve perdelerin kalktığı ortamında o kadar varlık bulamaz, çöker, silinir.
Bu durum “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” ayeti hakikatinin bir başka yüzüdür. Hakikat ortaya çıktığı anda, gerçek olmayan tüm değerler, ilahlaştırılan tüm kavramlar, nefisten doğmuş sahte putlar kendiliğinden düşer. Çünkü bâtıl, varlığı itibariyle dayanaksızdır; hakikatin ışığına tahammül edemez.
İnsanın dünyda putlaştırdığı şeyler de böyledir: Onlar Allah’ın verdiği nimetlerdir; bir arabadır, bir başarıdır, bir makamdır, bir eşya ya da bir insan olabilir. Bu nimetler Allah’ın ikramıdır; fakat kişi bunları üstünlük, gösteriş, kendini yüceltme, başkasını ezme gibi amaçlar için kullanırsa, o zaman nimet putlaşır. Problem nimette değil, ona yöneliş biçimindedir. Nimet doğru adrese yönlendirildiğinde yani şükür ve teslimiyetle Allah’a nispet edildiğinde hakikate uygun olur; kişi onu yanlış adrese yönlendirdiğinde put hâline gelir ve mahşerde hakikatin karşısında varlığını sürdüremez.
Kur’ân’ın “bunlar sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerden başka bir şey değildir” (Necm 23) beyanı da bunu destekler. İnsanlar aslında yoktan bir tanrı icat etmiyor; Allah’ın sisteminde bulunan kudretlerin, değerlerin, güzelliklerin yansımalarını yanlış adrese yönlendiriyor. Sorun, gücü ve değeri yanlış yere atfetmektir. Hakikate isabet etmeyen her şey, hakikatin alanında kalıcı olamaz; mahşerde çöker ve kaybolur.
İşte Fussilet 48’deki “dallâ” kullanımı, bu derin manayı taşır: Hakikate isabet etmeyen, hedefe varmayan, yanlış adrese yönlendirilen tüm sahte değerler mahşerde varlıklarını sürdüremez; kaybolurlar
FUSSİLET 48
Daha önce yalvardıkları onlardan kaybulmuştur. Kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlamışlardır.
1.1. Fussilet Suresi’nin 48. ayeti, ilk bakışta ahirette yaşanacak dramatik bir sahneyi tasvir ediyor gibi görünse de, derinlemesine incelendiğinde varlık, hakikat ve batıl arasındaki ontolojik ilişkiye dair köklü bir ilkeyi ortaya koymaktadır. Bu analiz, ayeti merkezine alarak, Allah’tan başka ilahlaştırılan, sığınılan ve medet umulan her şeyin, mutlak hakikat tecelli ettiğinde nasıl bir “kayboluş” yaşadığını teolojik ve felsefi bir perspektifle ele almaktadır. Ayette geçen ve genellikle “sapmak” olarak bilinen ‘dalle’ fiilinin, bu bağlamda kazandığı “varlık zeminini yitirerek eriyip gitme” şeklindeki semantik derinliği, bu çalışmanın temel odak noktalarından biridir. Bu ontolojik çöküş ilkesi, sadece antik dönemdeki putlara değil, aynı zamanda modern insanın hayatında yer edinen servet, makam, nefs ve ideoloji gibi soyut putlaştırma biçimlerine de teşmil edilecektir. Son olarak, bu kayboluşun ardındaki ilahi mekanizmanın, Allah’ın her şeye bizzat nüfuz ettiğini ifade eden Eş-Şehit esmasının nihai tecellisiyle olan derin bağlantısı incelenecektir.
1.2. Fussilet Suresi’nin ismi, “tafsilatlandırılmış” veya “ayrıntılandırılmış” anlamına gelir ve bu isim, surenin ele aldığı konuları ne denli derinlemesine işlediğinin bir göstergesidir. 48. ayet de, bir önceki ayette başlayan ahiret ve şirk tasvirinin mantıksal ve teolojik bir devamı niteliğindedir. Bu bütüncül bağlam, ayetin mesajını doğru anlamak için kritik bir öneme sahiptir.
1.3. Bu girişin ardından, bir sonraki bölümde ayetin lafzî ve semantik analizine odaklanılarak, metnin derin anlam katmanları ortaya çıkarılacaktır.
2. Ayetin Dilsel ve Bağlamsal Tahlili: “Dalle” Fiilinin Anlam Katmanları
2.1. Bu bölüm, ayetin yüzeysel anlamının ötesine geçerek, kullanılan anahtar kelimelerin teolojik ve felsefi implikasyonlarını aydınlatmayı amaçlamaktadır. Özellikle ‘dalle’ fiilinin bu bağlamdaki özgün kullanımı ve ‘dua etme’ eyleminin şirkle olan ilişkisi, ayetin mesajının temelini oluşturur. Bu dilsel tahlil, Kur’an’ın kavramları nasıl çok katmanlı bir derinlikle işlediğini göstermektedir.
“Önceden dua ettikleri (putlar) kendilerinden kaybolup gitmiştir ve kendileri için hiçbir kaçacak yer kalmadığını anlamışlardır.” (Fussilet Suresi, 48)
Bu ayet, bir önceki ayet olan 47. ayette resmedilen ahiret sahnesinin doğal bir devamıdır. Allah’ın müşriklere yönelttiği, “Nerede benim ortaklarım?” sorusunun ardından gelen bu ifade, o sahte ortakların akıbetini açıklar ve şirk temasını nihai bir sonuca bağlar. Ayetteki dalle (“kaybolup gitmiştir”) fiilinin geçmiş zaman kipiyle (fiil-i mazi) kullanılması, dilbilimsel bir incelikten öte, teolojik bir kesinlik beyanıdır. Allah indinde zaman olmadığı için, bizim için gelecekte yaşanacak olan bu olay, O’nun ezelî ilminde çoktan vuku bulmuştur. Tıpkı bir filmi önceden izlemiş birinin, filmin sonunu henüz izlemekte olan karakterler için “gelecek” olsa da kendisi için “geçmiş” bir bilgi olarak bilmesi gibi, Allah da bu sahnenin mutlak surette yaşanacağını, olmuş bitmiş bir hakikat olarak bildirmektedir.
2.3. “Dalle” (ض ل ل) Kökünün Semantik Derinliği
Arapçadaki ‘dalle’ (ض ل ل) kökü, genellikle Fatiha Suresi’ndeki “dallin” (sapmışlar) kelimesinden ötürü “yoldan sapmak, hedeften şaşmak” anlamıyla bilinir. Ancak bu ayette fiil, çok daha derin ve ontolojik bir anlam kazanır: bir şeyin başka bir şey içinde erimesi, varlık zeminini kaybederek yok olması. Nitekim Kur’an’da bu fiil, müşriklerin “Bedenlerimiz toprakta eriyip kaybolduğu zaman mı yeniden dirileceğiz?” şeklindeki itirazlarında, kemiklerin topraktaki çözünüşünü ifade etmek için de kullanılır.
Bu “kayboluş”, basit bir yok olma değildir; hedefi ıskalamanın doğal bir sonucudur. Varlığını ve değerini mutlak hakikat olan Allah’tan almayan, O’na isabet etmeyen her şey, hakikat tüm çıplaklığıyla tecelli ettiğinde varlığını sürdüremez. Batıl, doğası gereği dayanıksızdır ve ancak hakikatin perdelendiği dünya hayatında geçici bir varlık gösterebilir. Mahşerde ise bu sahte değerler, varlıklarını dayandırdıkları zemin çöktüğü için ontolojik olarak silinirler.
2.4. “Dua Ettikleri Şeyler”: Şirkin Eylem Boyutu
Ayette geçen “önceden dua ediyorlardı” (kânû yed’ûne) ifadesi, şirkin sadece soyut bir inanç meselesi olmadığını, aynı zamanda somut bir yöneliş, çağrı ve medet umma eylemi olduğunu vurgular. İnsan, sarsılmaz bir güç, sarsılmaz bir sığınak arayışındadır. Bu arayışını Allah’a değil de O’nun dışındaki varlıklara veya kavramlara yönelttiğinde “dua” eylemi şirke dönüşür.
Kur’an, bu durumu insanın fıtratındaki bir eğilimle açıklar. Ankebut Suresi 65. ve Rum Suresi 33. ayetlerde belirtildiği gibi, insanlar gemide veya uçakta büyük bir tehlikeyle karşılaştıklarında, fıtratları gereği tüm aracıları unutup dini yalnızca Allah’a has kılarak (muhlis, münip) O’na yalvarırlar. Fakat tehlike geçip karaya çıktıklarında, rahat anlarında tekrar Allah’a ortak koşmaya (yüşrikûn) dönerler. Bu ayetlerde geçen muhlis (ihlâslı) ve münip (tüm benliğiyle yönelen) kelimeleri, sıradan bir samimiyeti değil, en üst düzey ruhani makamları ifade eder. Örneğin münip makamı, Hz. Davud gibi büyük bir peygamberin dahi imtihanlar neticesinde ulaştığı bir mertebedir. İnsanın, en zor anında bu denli saf ve yüksek bir bilinçle Allah’a yönelip, rahatlığa erince bu hakikati unutarak tekrar şirke düşmesi, basit bir gaflet değil, en saf idrak anından sonra gerçekleşen derin bir nankörlüktür.
2.5. Bu dilsel analiz, Kur’an’daki şirk kavramının sadece tarihsel putlarla sınırlı olmadığını, modern dünyadaki putlaştırma biçimlerini anlamak için de evrensel bir zemin hazırladığını ortaya koymaktadır.
3. Şirk ve Putlaştırmanın Modern Tezahürleri
3.1. Bu bölümün amacı, Kur’an’daki put ve şirk kavramlarını tarihsel bağlamından çıkararak, günümüz insanının hayatındaki soyut ve somut putları deşifre etmektir. Fussilet 48. ayette “kaybolacağı” bildirilen değerler, sadece taştan yontulmuş heykeller değil, aynı zamanda modern zihnin ilahlaştırdığı kavram ve olgulardır.
3.2. Put Kavramının Yeniden Tanımlanması
Modern çağda put, yalnızca taştan veya ahşaptan yapılmış bir nesne değildir. Allah’ın dışında mutlak güç, sarsılmaz kudret, nihai değer ve gerçek sığınak atfedilen her şey —bir kavram, bir kişi, bir nesne veya bir ideoloji— modern bir put haline gelebilir. Problem, Allah’ın verdiği nimetin kendisinde değil, ona yöneliş biçimindedir. Bir araba, bir makam veya bir bilgi nimettir; ancak bunlar bir üstünlük, kibir ve kendini yüceltme aracına dönüştürüldüğünde “putlaşır”.
3.3. Çağdaş Putların Dökümü
Kaynak metinlerde işaret edilen modern put örnekleri, her birinin nasıl ilahlaştırıldığını gösteren bir döküm halinde aşağıda sunulmuştur:
Nefis ve Heva: Kişinin kendi egosunu, arzu ve isteklerini mutlak bir otorite olarak kabul etmesi, şirkin en temel biçimidir. Kur’an, “Sen kendi nefsinin hevasını ilah edineni gördün mü?” (Furkan, 43) diyerek bu tehlikeye dikkat çeker.
Mülk ve Servet: Zenginliğin, lüks bir arabanın veya diğer mülklerin bir kibir, üstünlük ve izzet kaynağı olarak görülmesi, bu nimetleri birer puta dönüştürür. Oysa gerçek izzet yalnızca Allah’a aittir.
Makam ve Kariyer: Sahip olunan bir unvanın veya pozisyonun kişiye sahte bir güç ve kudret hissi vermesi, o makamı ilahlaştırmaktır. Kişi, gücün kaynağını makamın kendisinde görmeye başlar.
İlim ve Bilgi: Bilginin, hakikati ve Allah’ı tanımak için bir araç olmak yerine, bir üstünlük taslama ve entelektüel övünme vesilesi haline getirilmesi, ilmi putlaştırmaktır.
Popüler Kültür İdolleri: Bir sanatçıya, sporcuya veya herhangi bir ünlü figüre, hayatını adayacak derecede aşırı bir muhabbet beslenmesi ve onların birer “idol” (put) haline getirilmesi, modern şirkin en yaygın tezahürlerindendir.
İdeolojiler ve Aidiyetler: Bir siyasi partinin, bir felsefi akımın veya bir futbol takımının “uğruna ölmek” derecesinde kutsallaştırılması, bu aidiyetlerin Allah’ın önüne geçirilmesidir.
3.4. Bu modern putların ortak özelliği, Allah’ın mutlak güç, kudret ve değer sahibi olduğu hakikatini perdeleyerek, O’na ait olan sıfatları yaratılmış ve geçici olan varlıklara atfetmektir. İşte bu ontolojik dayanıksızlık, onların ahiretteki kaçınılmaz çöküşünün temel nedenidir.
4. Hakikat ve Batıl Arasındaki Ontolojik Çatışma
4.1. Bu bölüm, putların ahirette neden “kaybolduğunu” teolojik bir ilke çerçevesinde, yani Mutlak Hakikat’in varlığı karşısında Batıl’ın ontolojik dayanıksızlığı üzerinden açıklamaktadır. Bu kayboluş, keyfi bir ilahi ceza değil, varlık yasalarının kaçınılmaz bir sonucudur.
4.2. Dünyanın “Perdeli” Doğası ve İdrak Sınırları
Fussilet Suresi’nin bir önceki (47.) ayeti, dünya hayatının hakikati perdeleyen yapısını anlamak için iki güçlü analoji sunar: hurma tomurcuğunun onu saran kapçığı ve anne karnındaki cenini çevreleyen rahim duvarları. Nasıl ki tomurcuk, kapçığın içindeyken dış dünyadan habersizse ve nasıl ki cenin, anne karnındayken dışarıdaki hayatı idrak edemiyorsa, insan da dünya hayatının sınırları içindeyken ahiret hakikatinden perdelidir. Bu perdeli yapı, insanın Allah dışındaki varlıklara bir tür “rablik” atfetmesine zemin hazırlar. Anne karnındaki bebek için varlığının kaynağı göbek kordonu gibidir; yetişkin insan için ise rızkının kaynağı patronu, güvencesi ise sahip olduğu mülk gibidir. Bu durum, varoluşun katmanlı doğasından kaynaklanan ve bir yere kadar su götüren, müsamahalı bir şirk türüne kapı aralar. Ancak insan, diğer varlıklardan farklı olarak akıl (akıl) ve irade (irade) sahibi bir “halife” olarak yaratılmıştır. Bu yüzden, bu perdeleri iman ve tefekkürle aralamakla ve haddi aşan, bilinçli bir şirke düşmemekle sorumludur.
4.3. Misal Alemi ve Sahte Değerlerin Geçici Formu
İnsanın zihninde oluşturduğu ve aşırı değer atfederek ilahlaştırdığı sahte putlar, teolojik bir kavram olan “Misal Alemi”nde geçici bir form kazanır. Düşünceler ve inançlar, bu alemde bir tür varlık bulur. Ancak bu form, mutlak hakikate uygun olmadığı için kalıcı ve gerçek bir ontolojik zemine sahip değildir. Hakikatten ne kadar uzaksa, o kadar dayanıksızdır.
Mahşer, tüm perdelerin kalktığı, hakikatin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı bir ortamdır. Putların “dalle” olması, yani kaybolup gitmesi, Kur’an’daki “Hak geldi, batıl zail oldu. Zaten batıl, yok olmaya mahkûmdur” (İsra, 81) ayetinin en bariz ve nihai tecellisidir. Hakikat mutlak bir şekilde ortaya çıktığında, varlığı hakikate dayanmayan, dayanıksız ve sahte olan her şey (batıl), varlığını sürdüremez ve adeta bir serap gibi silinip gider. Batılın bu zevali (yok oluşu) keyfi değildir; Mutlak Hak’kın (El-Hakk) mutlak tecellisinin doğal bir sonucudur. Bu tecelli ise, hakikatin kaçınılmaz varlığını ifade eden Eş-Şehit isminin en mükemmel tanımıdır.
4.5. Hakikatin bu mutlak tecellisinin ardındaki ilahi ismin Eş-Şehit olduğunu belirterek konuyu bir sonraki bölüme bağlayan bir cümle kur. Hakikatin bu mutlak tecellisinin ardındaki ilahi ismin Eş-Şehit olduğunu anlamak, konuyu bir sonraki ilkeye taşır.
5. Eş-Şehit Esması ve Hakikate Şahitlik Etmek
5.1. Bu bölüm, putların yok oluşunun ardındaki ilahi mekanizmayı Allah’ın “Eş-Şehit” esması üzerinden açıklamakta ve bu ilkenin müminin bu dünyadaki sorumluluğuna nasıl ışık tuttuğunu ortaya koymaktadır.
5.2. Şahit ve Şehit Arasındaki Kavramsal Fark
Gündelik dilde “şahit” ve “şehit” kelimeleri birbirine yakın kullanılsa da, aralarında derin bir kavramsal fark vardır. Bir trafik kazasını düşünelim: Kazayı yolun kenarından gören kişi bir şahit‘tir; olayı dışarıdan gözlemler. Ancak kazanın bizzat içinde olan, çarpışmayı yaşayan ve yaralanan kişi ise olaya şehit‘tir; yani varlığıyla olayın içindedir. Allah’ın “Eş-Şehit” olması, O’nun yarattığı evreni dışarıdan gözlemleyen bir “şahit” olduğu anlamına gelmez. Bilakis, O’nun her şeyin içinde, her şeye nüfuz eden, her şeyi varlığıyla kuşatan ve her olayın bizzat içinde olan olduğu anlamına gelir. Varlık, O’nun bu “şehitliğinin” tecelli ettiği bir alandır.
5.3. Mahşerde Eş-Şehit Esmasının Tecellisi
Ahirette, dünya hayatının perdeleri kalktığında, Eş-Şehit esması mutlak bir şekilde tecelli edecektir. Bu tecelli, Allah’tan başka hiçbir gerçek güç, kudret ve hakikat olmadığını apaçık bir şekilde gösterecektir. Bu mutlak hakikat karşısında, insanların dünyada ilahlaştırdığı tüm sahte değerler varlık zeminlerini yitirerek “dalle” olacak, yani ontolojik olarak kaybolacaktır. Müşriklerin o anda, “Biz (onların varlığına) şehitlerden değiliz” demesi, dünyada var sandıkları putların aslında hiç var olmadıklarını, o hakikatin içinde olmadıklarını itiraf etmeleridir.
5.4. Kelime-i Şehadet: Dünyada Hakikatin İçinde Olmak
Kelime-i Şehadet, müminin bu dünyada Eş-Şehit esmasının tecellisine proaktif bir katılımıdır. “Eşhedü en la ilahe illallah” demek, pasif bir gözlem olan “Ben şahitlik ederim ki…” ifadesinden çok daha derin, varoluşsal bir beyandır: “Ben bu hakikatin bizzat içindeyim ki Allah’tan başka ilah yoktur.” Bu, kişinin kendi varlığını, bu mutlak hakikatin bir parçası ve tanığı olarak ortaya koymasıdır. İşte bu “şehitlik” bilinci, Eş-Şehit olan Allah’ın huzurunda yaşadığının farkındalığı, bu dünyada şirkin her türlüsüne karşı en güçlü panzehirdir.
5.5. Bütün bu analizlerin sonucunda ortaya çıkan genel tabloyu özetleyecek olan sonuç bölümüne geçilecektir.
6. Sonuç: Ontolojik Bir Uyarı Olarak Fussilet 48
6.1. Bu analizin bütüncül bir değerlendirmesi yapıldığında, Fussilet Suresi 48. ayetinin, kıyamet gününe dair basit bir tasvirden çok daha fazlası olduğu; varoluşsal bir yasanın, ontolojik bir uyarının ifadesi olduğu görülmektedir. Ayet, insana değer atfettiği, sığındığı ve medet umduğu her şeyi yeniden gözden geçirmesi için evrensel bir çağrı sunmaktadır.
6.2. Metnin ana argümanları üç temel noktada özetlenebilir:
Bir: ‘Dalle’ fiili, sadece fiziksel bir kayboluşu değil, hakikate dayanmayan her şeyin (batılın), mutlak hakikat tecelli ettiğinde kaçınılmaz olarak yaşayacağı ontolojik çöküşü ifade eder.
İki: Modern şirk, servet, makam, nefs ve ideolojiler gibi soyut kavramları Allah’a ait sıfatlarla donatarak putlaştırmakla gerçekleşir. Bu modern putlar da hakikate dayanmadıkları için aynı ontolojik kaderi paylaşmaya mahkûmdur.
Üç: Müminin görevi, Eş-Şehit olan Allah’ın her an her şeye nüfuz ettiğinin bilinciyle yaşamak ve Kelime-i Şehadet’in ruhuna uygun olarak, bu dünyadayken kendi zihnindeki ve hayatındaki sahte putları terk etmektir. Bu, tüm değerleri ve yönelişleri hakiki sahibine iade etme eylemidir.
6.3. Nihayetinde Fussilet 48, insanın ahirette zorunlu olarak yüzleşeceği kaçınılmaz hakikatle, bu dünyada iman, akıl ve bilinç yoluyla yüzleşmesi gerektiği yönünde derin bir mesaj taşır. Çünkü hakikat tecelli ettiğinde, O’ndan başka sığınacak hiçbir yer olmayacaktır.
“Sizden bir ücret istemiyorum” veya “Karşılığını sizden beklemiyorum” anlamındaki ayetlerden bir liste:
Hz. Nuh’un Sözü Olarak
· Şuarâ Suresi, 109. ayet: · Meal: “Buna karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” · Hûd Suresi, 29. ayet: · Meal: “Ey kavmim! Buna karşı sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir…”
Hz. Hud’un Sözü Olarak
· Şuarâ Suresi, 127. ayet: · Meal: “Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” · Hûd Suresi, 51. ayet: · Meal: “Ey kavmim! Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
Hz. Salih’in Sözü Olarak
· Şuarâ Suresi, 145. ayet: · Meal: “Buna karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Hz. Lut’un Sözü Olarak
· Şuarâ Suresi, 164. ayet: · Meal: “Buna karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Hz. Şuayb’in Sözü Olarak
· Şuarâ Suresi, 180. ayet: · Meal: “Buna karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Hz. Muhammed (S.A.V)’e Hitaben ve Onun Diliyle
· Şûrâ Suresi, 23. ayet: · Meal: “İşte Allah’ın, iman edip salih ameller işleyen kullarına müjdelediği budur. De ki: ‘Buna karşılık sizden bir karşılık beklemiyorum; ancak yakınlarıma sevgi ve muhabbet bekliyorum.’…” · Not: Bu ayet, genel “ücret istemiyorum” ifadesine, akrabalık bağlarına (ehli beyt’e) sevgi ve saygı göstermek gibi manevi bir karşılık ekler. Ancak bu da dünyevi bir ücret değil, imani bir gerekliliktir. · Sebe’ Suresi, 47. ayet: · Meal: “De ki: ‘Sizden herhangi bir ücret istemedim; o sizin olsun. Benim ecrimi verecek olan ancak Allah’tır. O, her şeye şahittir.'” · Yûnus Suresi, 72. ayet: · Meal: “Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden bir ücret istemedim. Benim ecrimi verecek olan ancak Allah’tır. Ve bana, Müslümanlardan olmam emredildi.” · En’âm Suresi, 90. ayet: · Meal: “İşte onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy ve de ki: ‘Ben buna (tebliğ vazifeme) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu (Kur’an), âlemlere ancak bir öğüttür.'” · Furkan Suresi, 57. ayet: · Meal: “De ki: ‘Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Rabbine varan yolu tutmak isteyenler (istersiniz).'” · Kalem Suresi, 46. ayet: · Meal: “De ki: ‘Ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka görünen kimselerden de değilim.’